1 Mayıs 2016 Pazar

KİTABA DAİR



Kitabın Banan Kattıkları

Kitabın başları sıkıcıydı. Devamının da böyle olacağını düşünüyordum ama sonraları Yunus Emre hayatını anlatmaya başlayınca kitap daha sürükleyici bir hal aldı. Olayların içine kendimi dahil etmeye çalıştım ve anlatılmak istenen derin manayı anlamak istedim. Kitabın bana kattığı en önemli şey ümit duygusuydu. Allah'ın kulları için her zaman açık bir kapı bıraktığını ve hiç bir şey için aslında geç olmadığını tam anlamıyla hissettim. Ya da en kötü durumda bile bir çıkar yol olduğu kanısına bir kez daha vardım.
Yaşantım boyunca "en kötüsü bu" dediğim olayların bile aslında kötü olmadığını anladım. Eşini ve çocuklarını kaybeden bir babayla, anne ve baba sevgisi olamdan büyüyen bir çocuğun hikayesini okudum. Üstelik baba bir dervişti ve çocuk bir cellattı. Çıkarımlarımda Yunus'un Allah yolunda ilerleyişini ve İsmail'in Allah'tan uzaklaşma sürecini de göz önünde bulundurdum.

Kitap bana genel olarak inandırıcı geldi. Tabii bazı olaylar hariç. Mesela Turaçkın'ın elimdeki asayı kılıç gibi kullanarak insan öldürmesi, Geyikli Baba'yla Yunus'un görünmez sohbeti ya da Yunus'un sarı çiçekle konuşması. Onun haricinde oluşturulan olay örgüsünü beğendim. Özellikle Yunus ve İsmail'in bir tesadüf üzerine buluşmasını ya da Yunus ve Sitare'nin tanışma hikayesini güzel buldum. Fakat Hacı Bektaş'ın dergaha her ne olursa olsun insanları kabul edip Yunus'u ikinci kez kabul etmemesini biraz garipsedim. Sonuçta dergahtaki sohbetlerde çokça  Allah'ın affedici olduğu ve bir değil bin af kapısı olduğu vurgulanıyor. Allah yolunda olan dergahın neden ikinci kez kabul etmediğini pek kavrayamadım.


Yunus'u önceden şiirlerinden tanırdım.  Tapduk Emre'ye mürit olduğunu ve dergaha elif şeklinde odunlar getirdiğini bilirdim. O zaman düz bir odunun eğrisinden farkı olmadığını düşünürdüm. Ama anladım ki Allah yolunda dosdoğru olmak gerekmiş. Sonuçta yanan bir şey bile Allah için dosdoğru yanmalıymış.
Önceleri Yunus'un kolay bir hayat geçirdiğini sanırıdım. Yani babasının da büyük ihtimalle derviş olduğunu sanırdım. Hatta çok iyi eğitim gördüğünü düşünürdüm. Çünkü böylesi etkileyici şiirleri ancak öğrenemiş, ilim görmüş biri yazabilir diye düşünürdüm. Oysaki Yunus dergahta öğrenmiş ilimini. Bu kitap bana çok önemli bir şair hakkında iyi bir yol gösterici oldu.

Önceleri bir dervişin hayatının sıradan bir insana göre daha kolay olduğunu düşünürdüm. Hem tüm vaktini ibadetle geçirip hem Allah'ın sevgili kulu olmayı haksızlık sanırdım Yunus gibi. Ama kitap bu düşüncemi tamamıyla değiştirdi. Bir insanın derviş olması için iyi bir mürit olması gerektiğini öğrendim. Mürit olması için de iyi bir mürşitten ilim görmesi şartmış. Tabii ki mürşit müritle Allah arasına giremez ama Allah ile olan bağının farkına varmasına ve bu bağın güçlenmesine yardımcı olabilirmiş. Üstelik dervişler hayatının tamamının ibadetle geçirmiyorlarmış. İnsanlara hem maddi hem de manevi destek sağlıyorlarmış.
Tasavvuf sadece zikir ya da ibadet değilmiş. Tasavvuf Allah yolunda kendini geçmek, kendinden bile geçebilmekmiş. Allah ile aranda bir gönül bağı kurmak, bu bağı güzelliklerle döşemekmiş. Maddeden kopup manaya yükselmekmiş. Leyla'dan geçip Mevla'dan geçememekmiş. Tasavvuf aslında bülbülün gülü sevmesiymiş. Mumdan gemilerle ateşten denizden geçmekmiş. Allah aşkı gönülde yanan ateşmiş. İnsan gönül gözüyle bakıp hissedince Allah'ı sevebilirmiş.
Bildiğim tasavvuf olgusunu bu kitapla yıktım. Yunus'a, dervişliğe ve tasavvufla ilgili olan görüşlerimi değitirmemde yarıdmcı oldu.








SİTARE ve İSMAİL



Yunus'un hem varlığında hem de yokluğunda güç alıp ona destek sağlayan iki şey vardı; İsmail ve Sitare. Şimdi biraz bunlardan bahsetmek istiyorum.

Yunus Sitare ile Ucasar'da tanışmıştı. Henüz 19 yaşındayken üç gün onların köyünde kalıp Sitare ile koyun otlatmıştı. Bu üç gün birbirlerini tanımalarına yetmişti. Sitare okuma yazma iyi biliyordu ve her konunun derinine inip iyi yorum yapabiliyordu ve Yunus'u kendine çokça hayran bırakabiliyordu. Yunus Sitare'yi en çokta bu yüzden sevmişti.

Sitare'yi Yunus'un tanıdığı kadar tanımıyorum elbette. Ama bir kadın düşünün, bütün olumsuzlukların içinde olumlu tek düşünce, karanlığa ışık, kıtlığa bolluk, akıla fikir ve kalbe ferahlık olabilmiş. Yunus için gayet sağlam bir güç kaynağı olabilmiş. Hatta manevi gücü o kadar yüksekmiş ki Yunus'un onsuz geçirdiği günler için en büyük umudu olmuş.
Kitabın bir bölümünde şöyle geçmektedir;

"... mestlik yürekten gönüle, candan ruha yükseldiğinde, yıldızım güneşe durdu. Yıllar sonra Tapduk Sultan'ımın eşiğinde oldu bu. Yıldız, ışığını güneşe verdi, bende yıldızımı güneşte kaybettim."

  Yunus bu sözleri Sitare öldükten sonra söyler. O da bilir ki yıldızlar ışığını güneşten alırlar. Burada yıldız insan yani Sitare, güneşte Allah'tır. Biz insanlar güzelliğimizi Allah'ın bize bahşettiği zerre miktarda nurdan alırız. Ve biz kimi seversek aslında Allah'ı sevmiş oluruz. Allah'ın güzelliğinden bir parçaya gönül veririz. Öldüğümüz zaman ise Allah'ın verdiği güzelliği Allah'a teslim ederiz. Yunus'ta bu olayın farkına Sitare öldükten sonra varır. Yunus aslında Allah'ın zerre miktarda güzelliğini sevdiğini fakat Allah'ın güzelliğinin daha büyük olduğunu anlayınca bir sevgisine bin katar ve daha büyük bir aşka sahip olur. Bir bakıma hem Sitare'nin sevgisini kaybetmez hem de Allah sevgisini.



Yunus oğlu İsmail'i köyde bırakıp dergaha gittiği vakit aklı hep ondadır aslında. Ve Hacı Bektaş'ın dergahına giremeyip Tapduk dergahına gitmeyip oğlunu aramıştır. Ama oğlunun bundan hiç haberi olmamıştır. İsmail kaçırıldıktan sonra köle pazarında bir cellada satılır. Adıda Samuel olur. On yaşlarındaki bir çocuk için yaşadıkları hiçte kolay olmamıştır. Bir celladın yanında cellatlık öğrenmiştir. Bir insana acı çektirmekten gocunmuyor sıradan bir işmiş gibi yapıyordur bunu. Ama ne yazık ki gün geçtikçe kalbindeki Allah ve baba sevgisi gittikçe azalıyordur. "Allah zorda olan kuluna yardım eder" sözüne güvenir ve bulunduğu durumdan kurtulmak için sürekli dua eder. Başını okşayıp ona şevkat gösterecek bir baba arar. Ama yıllar boyu bir değişen olmayınca hem Allah'tan hem de babasından ümidi keser. Yine de yıllar boyu babasının onu bulacağı ümidini kalbinin bir köşesinde saklar. Doğduğu köye gider ve babasından bir iz bulmaya çalışır. Tıpkı babasının yaptığı gibi. Sonuçta birgün belkide hiç beklemedikleri bir şekilde buluşurlar ve az da olsa hayatlarının bir bölümünü birlikte geçirirler.

İsamil'in yaşadıklarını ben de yaşamış olsaydım belki babama karşı ben de aynı duyguları beslerdim. Sonuçta İsmail'de bilemezdi babası Yunus'un bir derviş olacağını ya da bir şekilde onu arayacağını. Ama Allah'a olan inancımı kaybedeceğimi düşünmüyorum. Çünkü "Derdi veren Allah elbette dermanını da verir, bu zor durumda bir şey olduğu yoksa vardır bir bildiği" diye düşünürdüm herhalde. Tabii ki yaşamadan bilemem. Sonuçta her gün olağan bir şeymişçesine insan öldürmek ya da yıllarca anne ve baba sevgisine ihtiyaç duymakta kolay değil. 

Sonuç olarak Yunus İsmail'i özleminden ve onu bulma ümidinden , Sitare'nin sonsuz aşkından destek alır ve onları hep yanında hisseder.





















30 Nisan 2016 Cumartesi

SÖZLER KÖŞESİ

Kitaptan kendime ders edinmem ve hayatım boyunca unutmamam gereken öğütler edindim ya da bir kaç sözü çok beğendim. Bunlaran bir kaçı şunlardı;

"Şarap sarhoşu gece yarısında uyanır, ama saki'nin sarhoşu ta mahşer sabahında..."



"Kendini bilen insan elbette kendini sever, kendini seven ise Tanrı'yı sever."




"Allah'ın dostluğu rahmetiyle, kulun dostluğu taatiyle görünür. Allah'ın rahmetinin gelmediği hiçbir an yoktur. Kul gelen rahmeti göremiyor diye taatini kesip dostluğu zedelememelidir."




"Kabristan; bir ibretlik yer idi; ne kapı vardı giresi, ne yemek vardı yiyesi, ne ışık vardır göresi!.."




"Hayat ancak nefsin ölümündedir. Âşıklar ruhun dirilmesini nefsin ölümünde bulurlar."




"Yanlış olan, zor olan, hüsrana götüren kulun hata yapması değil, hata ısrar etmesidir. Allah'ın bir değil, bin tövbe kapısı vardır."




"Teslimiyet insan ruhuna en ziyade haldir. Kalpler ancak Allah'ı anmakla sükûn bulurlar, tatmin olurlar."




"İnsan sevgisi her şeyin başıydı. Ancak o vakit gönüllere girip, gönüller yaparak Allah'a giden yol bulunabilirdi."




"Aklı hakim ve duyguları mahkûm olan kişidir uyanık iken de rüya gören ve kendisine göklerin kapıları açılan..."




"Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer; iyilikten, güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden..."




"Günü bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır..."




"Aşk sultanının vardığı yerde, takva tazı olup kaçar! Ardından dile düşme, kınanma ve ayıplanma gelir."




"Hak kendini kulun aynasında gördüğü gibi, kul da kendisini Hakk'ın aynasında görmelidir. Nasıl ki aynadaki suret bir yandan aynaya bitişik, hatta nerdeyse ayna ile aynî ve diğer yandan aynadan başka ise, derviş de kemale erince hem Hak ile aynî, hem de Hak'tan başkadır."




"Bilgi sahibinin bilgiyi destekleyen bir irfana da ihtiyacı varmış. O irfan ki ancak kalbe doğru yapılan yolculuklarda kazanılırmış."



29 Nisan 2016 Cuma

HACI BEKTAŞ VELİ



Yunus Emre dergaha vardığında yol arkadaşı Turkaç ile birlikte vakit geçirir. Onun artık eskisi gibi biri olmadığını az konuşup çok düşündüğünü görür ve onun bir sofu olduğunu düşünür. Sohbetlere katılır ve etrafını gözlemlemeye çokça vakit bulur. Tabii bu sırada Hacı Bektaş Veli'den "edeb" kelimesnin manasını, dört kapı dört inanç, evren Tanrı ve insan ilişkisi gibi bir çok kavram öğrenir. Ama yinede amacı köyü için yeterince buğday ve erzak talep etmektir. Çünkü Sitare ve İsmail'i çok özlemiştir.
Hacı Bektaş Veli onu yanına çağırır ve Yunus Emre onun tebessümü bol ve nur yüzlü bir derviş olduğunu görür. Ona dağdan toplayıp getirdiği yemişlerden sunar. Bu ikramı seven Hacı Bektaş Veli ona verdiği her yemiş için ilk başta bir nefes sunar. Daha sonraları üçe beşe ve ona kadar çıkar fakat Yunus bu nefesin manevi değerini o zaman anlayamamış olsa gerek, teklifi geri çevirir ve buğdayı nefese tercih ederek dergahtan ayrılır. Fakat köye döndüğünde daha kötü bir olayla karşılaşır; köy Çekikgöz ordusu tarafından yağmalanmıştır. Eşi Sitare ölmüştür ama oğlu İsmail hâla hayattadır. Fakat sonraları bu yağmayı ailesini yanlız bırakıp gitmesine sebep olarak düşünür. Bunun bir işaret olduğu kanısına varınca oğlu İsmail'i köyde bırakıp dergah yoluna, Hacı Bektaş Veli'nin yanına gitme kararı alır. Bu kararı alır almasına fakat bu sefer de dergaha kabul edilmez. Hacı Bektaş Veli onu Tapduk Emre'nin dergahına yönlendirir.
Tapduk Emre yolunda çok zaman geçirir çünkü İsmail'in eşkiyalar tarafından kaçırıldığını öğrenince dağlarda yollarda çöllerde oğlunun izini arar.


Bana göre kendi varlığının ve Allah'ın varlığının farkına böyle varır. Yunus aslında tam da böyle istemektedir. Allah'tan kaçmaktansa Allah'a kaçmanın rehberliğinin yolunun izini arıyordur. Onun eksiğini tamamlaya bir ayna arıyordur. Ama bu ayna kendi suretini değil kendinden öte kedinden gizli bir onu göstermeliydi.  İsmail'i armaya çıktığı bu yolda Allah için yürür ve İsmail'i ararken Allah aşkıyla tanışır. Bu olay Leyla ve Mecnun mesnevisine benzer bir bakıma. Beşeri aşkan geçip ilhi aşka yönelir. Elbette sadece bu yolda tutuşmaz Allah aşkıyla. Tapduk dergahında ilim ve irfan öğrenen bir muritken tam manasıyla Allah aşkını tadar. Ama Tapduk yolunda kendini evsiz ve yurtsuz hissetiği vakitlerde Allah'a sığınır ve O'na yönelir.










27 Nisan 2016 Çarşamba

YUNUS EMRE'NİN ESKİ YAŞANTISI


 Kitaba Yorum-2


    Yunus Anadolu'da, bozkırın ortasında Ucasar adında bir köyde eşi Sitare ve oğulları İsmail ve İbrahim ile birlikte yaşardı. Köyde daha doğrusu Anadolu'da büyük bir açlık ve sefalet vardı. Çekikgöz adında yağmacı asker ordusu Anadolu'daki tüm köyleri yakıp yıkıp yağmalıyordu. Roman tam da böyle başlıyordu. Yine bir gece köy yağmalanmış, küçük oğul İbrahim ensesinden yaralanmıştı ve Yunus onu köyün en yaşlısına en bilginine Satı Nine'ye götürmeye çalışıyordu. Köyde yangın çıkmış bir çok insan öldürülmüş ve köy halkı ölülerin başında ağlaşıyordu.
  İlk başlarda kitaba yeni başlamanın verdiği heyecanla bu tür olayları Anadolu'nun fakir insanları için çok zor ve korkunç buluyordum ama daha sonraları bu tür olayların sıkça yaşanmasından olsa gerek normal ve olağan gibi gelmeye başladı. Çünkü her yağmada köyü bırakıp başka bir köye gidiyorlardı ve yeni evler yeni hayatlar kurmak için göç ediyorlardı. Tabii bu göç sırasında yolda açlıktan ölenler yada bir saldırıya uğrayıp ölenler de vardı. Fakat bu olaylar insanları yıldırmıyordu. Yaşamak için bir umut arıyorlardı.
  Kitabın ilk bölümlerinde dikkatimi çeken noktalardan biriside Yunus'un çocukluk yıllarında hayalini kurduğu hayat aslında savaşlara katılmak ve at üstünde savaştan savaşa koşmak isteği oldu. Dervişlik ve tarikat gibi kavramlara çok uzak ve yabancıymış. Hatta Anadolu'da kıtlık ve savaş sürerken dervişlerin dergahlarda ibadet etmelerini büyük bir haksızlık olarak görüyormuş. Kendisi bile derviş olmayı hayal etmiyormuş. 
  Yunus, henüz dergahla tanışmamış olduğu sıralar ibadetlerine çok vakit ayırmıyormuş. Ama onu yaratan ve yaşatan birinin olduğu ve O'nun desteğini derinden hissetiğini , O'na güvendiğini açıkça anladım. Haline şükreden, çocuklarına ve özellikle eşi Sitar'ye değer veren, köylünün bir ihtiyacı olduğunda hemen koşan bir insanmış Yunus Emre -ama ona neden "Miskin Yunus" dendiğini hala anlamış değilim-. Bu nedenlrden olsa gerek Yunus Emre'nin adı Anadolu'da çokça duyulmuş.
  Ucasar'dan Sarıcaköy'e göç ettikleri vakit yakın arkadaşı Sahip Perende onu Hacı Bektaş Veli'nin dergahına götürmek ister. Fakat Yunus yeni köylerinde insanlara ev yapmakla onların karınlarını doyurmakla sorumlu olduğu için gitmek istemez. İlk teklifte köyde kalır ve bu yaptığının aslında iyi olduğunu düşünür. Fakat ikinci teklif Yunus'a Aslanlı Hünkar Hacı Bektaş Veli'den gelir ;

"Yunus adını duyduk ve bildik. Dost divanında herkes nasibini alırken o da burada olsun isteriz. Hele çekinmesin gelsin."

Bu söz üzerine Yunus söz söyleyemez Sarıcaköy'den ayrılır ve Aslanlı Hünkar'ın dergahına gitmeye hazırlanır.








26 Nisan 2016 Salı

KİTAP VE YAZAR TANITIMI


İSKENDER PALA KİMDİR ?



İskender Pala (d. 8 Haziran 1958Uşak), Türk profesör, yazar ve divan edebiyatı araştırmacısı.


İlkokul’u Uşak Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nda bitirdi.Liseyi Kütahya Lisesi’nde bitirdikten sonra İstanbul ÜniversitesiEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya hak kazandı. Aynı okulda yaptığı lisans tez çalışmasıCâmiu'n-Nezâir’dir. Doktora çalışmasını ise "Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı" başlığı altında yine İstanbul Üniversitesi’nde yaptı. Divan edebiyatı dalında 1983 yılında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde doçent, 1998 yılında da Kültür Üniversitesi’nde profesör oldu.[1] Divan edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken yazarın çeşitli ansiklopedi ve dergilerde edebiyat araştırmacısı sıfatıyla yayımladığı bilimsel ve edebi makalelerinin yanında ortaokul ve liseler için yazdığı ders kitapları da bulunmaktadır. Ayrıca, Osmanlı deniz tarihiyle ilgili araştırmalarda bulunmuş ve bir kısmını kitaplaştırmıştır.
                               

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0skender_Pala


OD


Kitaba Yorum-1



“Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle, OD-UN işte, ateş veren şey…Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim, ateş olan kısmına, gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına, ‘OD’ a talip oldum. Herkes dağa odun için gittiğimi sanıyordu ama ben OD için gidiyordum” 


    İşte Yunus'un hikayesi böyle başlar. Tapduk Emre'nin dergahına gider ve her gün ormandan dergaha odun taşır. Bana göre bu zaman aralığında da kendini, kaybettiği eşi Sitare ve oğlu İbrahim'i, köyün yağmalanması sırasında kaçırılan diğer oğlu İsmail'i ve yaşantısına dair her şeyi sorgulamaya ve düşünmeye epeyce bir vakit bulur. En önemlisi de yaratıcı ve evren arasındaki ilişkinin güzelliğinin farkına böylece varır. Odun için gittiği ormanda "od"a yani ateşe sahip olurken aslında içindeki Allah aşkına, Allah aşkından yanıp tutuşmak için gerekli olan mertebeye,duyguya, Aşıklığ'a, Dervişliğ'e ya da kendi deyimi ile biçareliğe sahip olur.   
  
     Kitapta 13. yüzyılın genel durumuna da yer verilmiş. Anadolu'daki kıtlığa, savaşlara ve yağmalara rağmen insanlığa faydalı işler yapmaya çalışan insanları ve tabii ki dergahları konu almış. Yazar, olayları birinci kişi ağzıyla anlattığı için karakterlerin analizinde ilk başlarda zorlandım fakat sonraları kullanılan üsluba alışınca kitap benim için sürükleyici bir hal aldı. 
  
 Kendimi Yunus Emre'nin yerine koyarak ve olaylarla bütünleşerek okumaya çalıştım. Olaylar karşısındaki benim aldığım çoğu kararın Yunus Emre ile uyuşmadığını gördüm. Zaman zaman kendi yaşantımın çok sade ve zahmetsiz olduğunu düşündüm. 
   
Şubat aylarının başında başladığım kitabı tekrar tekrar okuma ihtiyacı duyuyorum. Evet, kitap sürükleyici fakat asıl sebep bu değil bence. Ders almam ve kendime pay çıkarmam gereken yerlerin ve Yunus Emre'nin yaşadıklarının sadece raslantı ya da olay örgüsü olarak kabul edilmemesi gerekildiğinin farkına tam anlamıyla varana kadar okumayı düşünüyorum. Kitapta açıkça anlatılan olayların kapalı ve derin bir manası olduğunun farkındayım fakat o derin manaya daha ulaşamadım.